Şeyh-i
San'an zamanın piriydi. Yüceliğinin dengi yoktu. Haremde kemal sahibi dörtyüz
dervişiyle tam elli yıl şeyhlik etmişti. Dervişleri de aynen kendisi gibiydi:
gece gündüz riyazette bulunurlar, bir an bile dinlenmezler, istirahat
etmezlerdi. Hem ameli vardı, hem ilmi. Meydandaki şeyhleri de bilirdi,
gizlileri de keşfederdi, sırlara da mahremdi. Elliye yakın haccı vardı. Bütün
ömrünce umre eder dururdu. Namazının orucunun haddi hesabı yoktu. Hiç bir
sünneti terketmezdi. Huzuruna gelen yol kılavuzu erler, kendilerinden geçerler
de öyle gelirlerdi. O mana eri, kılı kırk yarardı. Kerametlerde de kuvvetliydi,
rütbe ve makamlarda da. Kim hastalanır, gevşekliğe düşerse nefesiyle iyileşir,
kuvvetlenirdi. Hülâsa neşe çağında da, gam zamanında da halka rehberdi. Alemde
bayrak gibi yücelmiş, şöhret bulmuştu.
Şeyhin
Rüyası: Şeyh, kendisini, kendisiyle sohbet edenlerin ulusu görmekle birlikte,
birkaç gece biteviye bir rüya görüyordu. Rüyasında, haremden göçmüş, Rum
ülkesinde yurt tutmuş, durmadan bir puta secde ediyor. O âlemin uyanık eri, bu
rüyayı görünce eyvahlar olsun, dedi, şimdi tevfik Yusuf'u kuyuya düştü, yolumuz
aşılması güç bir bele çattı! Bilmem bu dertten canımı kurtarabilecek miyim?
İmanımı kurtarsam canımı terkederim. Dünyada bir tek adam yoktur ki, yolda
böyle sarp bir geçide rastlamasın! Yoldaki bu sarp geçidi aşarsa, yolu
aydınlanacak, gideceği yeri görebilecekti. Fakat o geçidin ardında kalırsa
belâlara uğrayacak, yolu uzayıp duracaktı. Nihayet o bilgi sahibi üstad,
dervişlerine dedi ki: "Bir işim düştü, Rum ülkesine hemencecik gitmem
gerek, gideyim ki, şu düşün tabiri nedir, meydana çıksın." Böylece itibar
sahibi dörtyüz dervişi de ona uydu, beraberce yola düştüler. Kâbe'den Rum
ülkesinin bir ucuna kadar vardılar. Bütün Rum ülkesini baştan aşağı dönüp
dolaştılar. Günün birinde bir yüce yapının önünden geçiyorlardı. Üst kattaki bir
pencerenin önünde bir kız oturmuştu. Ruhânî sıfatlı bir gâvur kızıydı bu.
Ruhullah yolunda yüzlerce bilgiye sahip olmuştu.
Rum Kızının
Güzelliği: O, güzellik göğünün en yücesine varmış bir güneşti. Zevali olmayan
bir güneş.. Güneş, onun yüzünün aksini görüp kıskanmış da sararıp kalmıştı. O
dilberin zülfüne gönül veren o zülfün havasıyla zünnar bağlardı. Velhasıl o
güzelliğin teferruatını anlatmak uzun sürer. Yüzünde güneş parlaklığı vardı.
Siyah saçlarını bu parlak yüze peçe yapmıştı. Peçe altından yüzünü gösterince,
Şeyh kemiklerine, iliklerine kadar ateşlere yandı, gönlü sevda ateşiyle
dumanlar içinde kaldı.
Rum kızının
güzelliği Şeyhi elden ayaktan çıkardı, ele avuca gelmez oldu. Kızın sevgisi can
ülkesini yağmalamış, zülfünden imana küfürler yağdırmıştı! Şeyh imanını verdi,
Hıristiyanlığı kabul etti. Takvayı sattı, rezilliği satın aldı. Dervişler onu
böyle perişan görünce işi anladılar, öğüt verdiler, ama fayda etmedi. Çünkü
derdinin dermanı yoktu. Perişan âşık nasıl olur da söz dinler? Dermanı bile
yakıp yandıran dert, nasıl olur da dermanı kabul eder? O uzun günde, Şeyh,
akşama kadar ağzı açık hayran bir halde gözlerini pencereye dikti, öylece bakıp
kaldı. O gece sevgisi birken yüz oldu, tamamiyle kendinden geçip gitti.
Kendinden de geçti, âlemden de. Başına topraklar saçtı, feryat ve figana
koyuldu. Ne uykusu kaldı, ne kararı. Sevgiden kıvranmakta, ağlayıp
inlemekteydi. "Yarabbi, bu gecenin gündüzü yok mu? Yoksa feleğin ışığı
olan güneşin ziyası mı kalmadı? Aşk sevdasıyla yanmaktayım, sevginin hücumuna
karşı durmaya takatım yok!" diye dövünüyordu. Ömür nerde, sabır nerde,
baht nerde, akıl nerde, el nerde, ayak nerde, sevgili nerde, gün nerde bilemez
oldu. Bir dostu: "Ey uluların şeyhi, kalk, bu vesveseden yıkan,
arın!" dedi. Şeyh ona: "Bu gece ciğer kanıyla yüzlerce defa yıkanıp
arımdım a bihaber!" diye cevap verdi. Bir başkası: "Tövbe et!"
dedi. Şeyh de ona: "Namustan, halden tövbe ettim; şeyhlikten, olmayacak
şeylerden tövbe ettim." diye cevap verdi. Bir başkası: "Tesbihin
nerde? İşin tesbihsiz nasıl düzelir?" dedi. O da: "Belime zünnar
bağlayabilmek için elimden tesbihi attım." cevabını verdi. Namazı
hatırlatana: "O sevgilinin mihrap olan yüzü nerde ki? Onun yüzünü
görmedikçe namazım ne işe yarar?" dedi. "Pişman olmayacak
mısın?" diye sorana da: "Bundan fazla pişmanlık mı olur, neden daha
önce âşık olmamışım ki? Yolumuzu vurup kesen şeytan ne de güzel vurup kesmekte,
bizi ne de güzel azdırmakta, söyle vursun, durmasın!" dedi. Kendisine öğüt
verenlerin herbirine bir cevap yetiştirdi, dedi ki: "Ben adtan, sandan
çoktan geçtim, ar, namus şişesini çoktan taşa çaldım. Gâvur kızının rızasından
başkasını istemem, o ndan başkasının incinmesine aldırmam. Kâbe olmazsa, kilise
hazır; ben Kâbenin akıllısı, kilisenin delisiyim. Cehennem yoldaşım olsa yedi
cehennem bile bir âhımdan yanıp kül olur. Yüzü cennete benzeyen sevgili
olduktan sonra, bana cennet lâzım olsa, sevgilinin yüzü yeter!" Ona
Tanrı'dan utanmasını söyleyene de: "Beni bu ateşe Tanrı attı, kendimi
nasıl kurtarabilirim?" dedi. Dervişler ona söz geçiremeyeceklerini
anladılar. Şeyh halvete çekildi, sevgilinin civarına yerleşti, o mahallenin
köpekleriyle arkadaş oldu. Bir aya yakın oralarda kaldı. Sevgilinin kapısının
eşiği ona yastık olmuştu. Kız, şeyhin kendisine âşık olduğunu anladı. Feryatlar
içinde ona aşkını ilân etti. Kız da ona: "A kocamış kişi, utan, sen
kendine gayri kâfur ve kefen tedarikine bak!" dedi. Fakat kız da ona laf
anlatamayacağını anladı ve şeyhe: "Eğer sen bu işin eriysen dört şeyden
birini yapmalısın: ya puta secde edersin, ya Kur'an'ı yakarsın, ya şarap
içersin, yahut da imandan geçersin." dedi.
Şeyh:
"Şarap içmeyi kabul ettim, öbürleriyle işim yok benim. Güzelliğini seyrede
ede şarap içerim" dedi. Şeyh, şarap içmeyi kabul edince, sevgilisi ona:
"Sevgilisiyle aynı renge boyanmayanın sevgisi, renkten, kokudan başka bir
şey değildir, dedi, eğer gerçekten âşıksan Müslümanlıktan el yumalısın!"
Şeyh sevgilisinin elinden şarap kadehini aldı, içti. İçtiği anda da, hıfzındaki
Kur'an silindi, geriye ondan kuru kelimelerden başka bir şey kalmadı. Sarhoş
oldu. Sevgilisini de elinde kadehiyle sarhoş görünce onun boynuna sarılmak
istedi. Kız: "Takva ile aşk uyuşmaz, aşkın sonu kâfirliktir, bunu unutma!
Benim gibi kâfir olursan kolunu boynuma dolar, beni kucaklarsın." dedi.
Şeyh kimseden perva etmedi, Hıristiyanlığı kabul etti. Şeyhi kiliseye götürüp
zünnar kuşandırdılar. Şeyh kıza: "Daha ne kaldı?" diye sordu. Kız:
"Ey tutsak ihtiyar, dedi, benim mehrim ağırdır, sense yoksulsun."
Şeyh, kıza: "Yalnız cennete gitmektense seninle cehenneme gitmek daha
hoş." dedi. Kız: "Henüz istediğim gibi pişmeyen âşık, öyleyse mehir
işini de bitirelim. Benim mehrim tam bir yıl durup dinlenmeden benim
domuzlarımı gütmektir. Yıl bitti mi sana varırım." dedi. Şeyh itiraz
etmedi. Kâbe pîri, uluların şeyhi tam bir yıl domuz çobanlığı yaptı. Herkesin
içinde yüzlerce domuz vardır, biliyorsun. Ya domuzu yakıp yandırmalı, ya
zünnarı kuşanıp kuru davadan vazgeçmeli. İçindeki domuzdan haberin yoksa
mazursun, ama yol eri değilsin. Aşk ovasında domuzu öldür, putu yak! Bunları yapmazsan
şeyh gibi aşka düş, rüsvay ol!
Şeyh
Hıristiyanlığı kabul edince Rum ülkesinde bir gürültüdür koptu. Dostları onu
terkedip Kâbe'ye dönmeye karar verdiler. Kâbe'de onun dirayetli bir dostu
vardı. Şeyhten yüz çevirenlerin halini görünce onlara dedi ki: "Mademki
şeyh eline zünnar aldı, hepinizin zünnar kuşanması gerekti, hepinizin
Hıristiyan olması gerekti. Yaptığınız münafıklıktan başka bir şey değil.
Dostuna dost olan, dostu gâvur olsa beraberce gâvur olması lâzım. Aşk, zaten
kötü ad san üstüne kurulmuş bir yapıdır. Kim bu yolda baş çekerse bu çekilişi,
hamlıktandır. Hadi şeyhinizden çekindiniz, Tanrıya niyazdan niçin
çekindiniz?" Böylece hepsi feryada koyuldu, kırk gün kırk gece ne
uyudular, ne dinlendiler, ne yediler, ne içtiler. Dua ettiler. Kırkbirinci gün
o temiz derviş rüyasında ay gibi Mustafa'yı gördü. Mustafa dedi ki: "Ey
himmeti yüce derviş yürü, var.. Şeyhini bağdan kurtardım, himmetin tesir etti,
şeyhini affettirdi." Dervişler ağlaya ağlaya koşup domuz çobanı olan
Şeyh'in bulunduğu yere vardılar. Şeyh, uzaktan dervişleri görünce kendisini
onların yanında nursuz, pirsiz gördü, utancından elbisesini yırttı, başına
toprak saçtı. Tövbe etti. Tanrı tövbe ateşini parlattı mı, o ateş neyi bulursa
yakar, arındırır. Şeyh gusletti, hikmet, esrar, Kur'an, Hadis bilgileri yeniden
canlandı. Dervişlerle beraber Hicaz'a doğru yola düştüler. Şeyh bundan sonra o
Hıristiyan kızın, rüyasında, güneşin kucağına düştüğünü gördü. Güneş dile
gelip: "Hemen Şeyhin ardından koş, onun dinine gir, ey onu kirleten, yürü,
onun yüzünden temizlen!" dedi. Şeyhe, kızın Hıristiyanlıktan vazgeçtiği
âyan oldu. Dönüp kıza ulaştılar. Gördüler ki, kızın yüzü altın gibi sararmış,
saçları yolun tozlarına bulanmış, ölü gibi yeryüzüne serilmiş. Kız Şeyhi
görünce: "Senden utanıyorum. Artık perde ardında yanamam. Perdeyi attım.
Bana Müslümanlığı telkin et de yola gireyim." dedi. Kızın hâli perişandı.
Müslüman olup dedi ki: "Şeyhim, takatım kalmadı. Kederle dolu olan bu
topraktan gidiyorum. Acizim. Beni affet, bana darılma. Elveda!" O ay yüzlü
bu sözleri söyleyip candan el çekti, zaten yarı canı kalmıştı, onu da canana
teslim etti. O, mecaz denizinden bir katreydi, gene geldiği hakikat denizine
gitti. Aşk yolunda bunun gibi neler olur, neler; bunu aşkı bilen bilir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder